“İklim ve Göç” üzerine şekillenen yeni durumda Türkiye perspektifi
İklim ve göç; siyasetin, ticaretin, güvenliğin ve devlet devamlılığının kadim olguları.
İklim değişikliği ise; özellikle son yıllarda doğrularıyla, ideolojik çarpıtmalarıyla, baskı kurma aracı olarak kullanılmasıyla ve küresel haraç kesme sistemi tanımıyla dünyanın yeni sömürü enstrümanı.
“Küresel iklim değişikliği” söylemleri, insanları çevre felaketi senaryolarının ötesinde gıda arz güvenliği ve kıtlıkla korkutuyor. İnsanlar, içten içe “Bu dünya artık bize yetmeyecek, aç kalacağız,” düşüncesine kapılıp korkuyorlar. Bu korku normal. Anormal olan; devletlerin, akademinin, sanatın, medyanın ve halkların bu korkuya teslim olup tutumlarını bu korkuya göre şekillendiriyor olması.
Bu korkunun bize sunduğu iki şık var: Birincisi, doğal hayattan vazgeçin ve tamamen kimyasal beslenmeye geçin. İkincisi ise Yemek yiyecek insan sayısını azaltın.
Sıra henüz çocuklara gelmedi ama dünya ilk hedefini çoktan seçti: Sonradan gelenler. Ülkelere, şehirlere, köylere sonradan gelenler yük oluyorlar. “En son gelenler önce gitsin.” Bu tutum insanlık tarihinin en eski alışkanlığıdır. En son gelenler önce gider. Sonra biraz daha eski gelenler gider. Sonra ne zaman geldiğini kanıtlayamayanlar, sonra benzemeyenler, uyumsuzlar, yaşlılar, hastalar… Derken, medeniyetler kendi kendilerini yok edene kadar göçmen düşmanlığı yaparlar. Bu hiç değişmedi. Gezegende dün ne olduysa şimdi de aynı şeyler oluyor. Aç kalmaktan korktuk ve önce gelenler, sonra gelenleri düşman edindiler. Buna “göç krizi” deniliyor ancak, aslında bu bir insanlık trajedisidir.
Göç ve Medya
Medya, manşetten suçlu satarak geçinen kolektif bir dedikodu sistemidir. Dünya medyası; ekonomik krizlere, haksızlıklara, adaletsizliğe, gelir dağılımdaki uçurumlara karşı isyan eden halklara “Alın bunu parçalayın, asıl suçlu bu göçmenler,” diyerek arenanın ortasına hayatta kalmak için hareket etmek zorunda kalan insanları atıyor.
Aslında göç denilen bu hareket hali Allah’ın emirlerinden olan hicrettir ancak Allah’ın emrine uyup hicret eden insanları hakkında böyle konuşmak modernizm tarafından yasaklanmıştır.
Medyanın göçmen düşmanlığı kazançlı bir iştir. Reytinglidir. Reklam geliri yüksektir. Gerçek suçluları saklayarak statükoyu korur. Göçmenlerin, gerçek suçlular gibi orduları, bankaları, silah fabrikaları ve dev sermayeleri olmadığı için halklar da bu kolay hedefi hızlıca düşman olarak kabul ederler. Siyahi basketbolcu Jackie Robinson, 1947 yılında yıldız sporcu olduğunda hiçbir beyaz onu alkışlamaya cesaret edemiyordu. Çünkü manşetlerde “Çok seviyorsan evine götür,” yazıyordu. Bugün eline mikrofon alıp sokakları dolaşan günümüz medyası da aynı cümlelerle saldırgan ırkçılık yaparak para kazanmakta ve fon dağıtan ırkçı vakıflardan pay almak için yarışmaktadır.
Mazlumlar Türk Devletlerinin Kuruluş Hikayesidir
‘De facto’ ve ‘teşebbüs’ olarak ikiye ayrılan devlet modelleri içinden Türkler’in hiç de facto devleti olmamıştır. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı forsunda yıldızlarla temsil edilen 17 Türk devletinin hepsi teşebbüs devletidir. Birileri, bir fikir ve idealle teşebbüs ederek devlet kurmuşlardır. Her gelen devlet bir öncekinin yazdığı hikâyeyi devam ettirir. Bugün üzerinde durduğumuz o büyük hikâye böyle yazılmıştır ve yazılmaya devam edecektir. Türk devletleri mazlumlara yetişmek, adaleti sağlamak, yeryüzünü emin bir yer haline getirmek için kurulur, nizamı alem için çalışır ve mazlumlara yetişerek var olur. Tam da bu sebeple bugün Türkiye, dünyaya gezegenin manifestosu olarak “Daha adil bir dünya mümkün!” hedefini Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın sesiyle teklif etmiştir. Göçmenler bizim için hiçbir zaman “sonradan gelenler”, “yük olanlar”, “masraf çıkartanlar” ve “yabancılar” olarak tanımlanmamıştır.
Göç, İnsan Soyunun Zenginliğidir
Uzay gemileriyle asırlarca sürecek bir seyahat sadece teoride mümkündür. Ekosistem kurulduğunda ve seyahat sırasında yıldızlardan toplanan enerjiyle devam edebilecek bir hayat ancak kâğıt üzerinde olabilir. Gemideki binlerce insan yaşlanıp öldüğünde yerlerine çocukları geçebilir. Eğitim sistemiyle ihtiyaç olan mesleklerin eğitimi de verilince her şey yolunda görülebilir. Maalesef gerçek hayatta böyle bir yolculuk olsaydı üç nesil sonra o gemi binlerce zihinsel engellinin eline geçerdi. Çünkü gen havuzunun küçülüp sığlaşması doğan çocukların önce beynini ve sonunda fiziksel sağlığını elinden alırdı. Dünyada da böyle. Hep aynı ırktan insanların ürediği kültürler devam edemiyor. Eğer bu gen havuzunu, akrabaya kadar daraltırsanız başımıza nelerin geleceğini bilen en tecrübeli ülkelerden biri Türkiye’dir. Göç, DNA frekansıdır. Göç, gen havuzunun derinleşmesi ve büyümesidir. Göçle zenginleşen kültürler en sağlıklı, en zeki ve en yetenekli çocukların doğduğu kültürlerdir. Babası Suriyeli annesi Alman olan Steve Jobs örneğinde olduğu gibi, DNA frekansı ne kadar büyürse insanlık o kadar zenginleşir
Göçmenler Hakkında Hiçbir Yalan Öylesine Söylenmemiştir
Göçmenler hakkında yalan bilgilerin ortak özelliği mutlaka bir hakikati örtüyor olmalarıdır. Örneğin, “Suriyeliler burada keyif çatarken, bizim askerimiz orada onlar için savaşıyor,” yalan haberi göçmen nefretini körüklemek için söylenmiş alelade bir yalan değildir. Türk askeri, sınır dışında PKK ve DEAŞ gibi Türkiye düşmanlarıyla savaşıyor. Türk askeri, Suriye’de Suriyeler için değil, Türkiye için bulunuyor. Bu yalan haber ile örtülmeye çalışılan gerçek budur. Emperyalizm Türkiye’de olan milyonlarca Suriyelinin Türkçe öğrendiğinin, Türkiye’ye hayran olduğunun ve Suriye’ye geri döndüklerinde kuracakları yeni Suriye’nin bir Türkiye dostu olacağını görüyor. Bunu engellemek için Suriyelilerin Türkiye’ye küserek, hatta, aynı Esed’den kaçtıkları gibi bu sefer de Türkiye’de dükkanlarına baskın yapan siyasetçiler ve çetelerden kaçarak gitmesi hedefleniyor. Göçmenler hakkında yalan söyleyen, saldırgan tutumlar sergileyen her yalancı Türkiye’de konuşlanmış yabancı vakıfların emir ve talimatlarıyla bir plan doğrultunda hareket eder.